Yalnızlar için 5 film
İnsan yalnız mıdır, yoksa tek başına mı? Yalnızlık vazgeçilemeyen bir yaşama biçimi, bir tercih midir? Bireysel ya da toplumsal travmalara karşı devreye sokulan bir otokontrol mekanizması mıdır? Peki ya sevgilisi, ailesi, dostları olduğu halde kendini yalnızlığın karanlık dehlizinde kapana kısılmış hissedenler? Hayatın anlamını bir kısır döngünün ortasında mı arıyoruz? Şimdi gelin felsefeyi bir kenara bırakalım. Sinemada yalnızlığı en iyi anlatan yabancı filmlerden 5’ine yakından bakalım.
DURGUN HAYAT (STILL LIFE) 2013
Tabutun üzerindeki tek bir gül, kısa süre önce hayata veda etmiş bir kadının yastığında kalan baş izi, bir ayağı kırık koltuğun altındaki kitap destesi ya da birbirleriyle hiç tanışmamış insanların anılarının buluştuğu ortak bir fotoğraf albümü… İnceliklerle yüklü Durgun Hayat, dinginlikle ve büyük bir asaletle anlatıyor yalnızlığı. Ve sinema tarihine geçmesi gerekirken gölgede kalan bir karakter yaratıyor: John May… Hayatını kaybeden yalnız insanların yakınlarına ulaşıp cenaze merasimlerini organize eden bir sosyal görevli. Ama öyle sıradan bir memur değil John. İşine tutkuyla bağlı, olağanüstü derecede özenli… O yalnızlar, kimsesizler mezarlığına gömülmesinler diye, uzak bir akrabanın ya da eski bir arkadaşın izini sürüyor bir dedektif gibi. Gün geliyor, bu uzun zaman alan titiz araştırmaları yüzünden 22 yıllık mesleğinden oluyor. Ama John’un yarım bırakmak istemediği son bir işi var.
BEDEN VE RUH (TESTRÖL ÉS LÉLEKRÖL) 2017
Karla kaplı bir ormanın ortasındaki 2 geyik… Birbirini hiç tanımayan bir kadın ve bir erkek her gece aynı rüyayı görebilir mi? Peki ruhları rüyalarda buluşan bu iki beden gerçek hayatta bir araya gelebilir mi? Beden ve Ruh "gölge"ye sığınan, korkularıyla yüzleşemeyen, üniversite mezunu ve kariyer sahibi bir yetişkin olmasına rağmen hala bir pedagogdan medet uman, ruhu ve bedeni mekanikleşip takıntıların esiri olmuş bir asosyal olan Maria ile bilinçli olarak yalnızlığı tercih etmiş ama insancıl yanı baskın bir engelli olan finans müdürü Endre’nin hikayesi… Tek ortak noktaları kırılganlıkları olan, gerçek dünyaya uyumsuz bu iki karakterin iletişim çabasına odaklanan film, sinemada şiirselliğin kanlı bir mezbahada bile nasıl yakalanabileceğinin de göstergesi...
OSLO 31 AĞUSTOS (OSLO 31. AUGUST) 2011
Oslo 31 Ağustos, uyuşturucu bağımlısı Anders’in 1 günlük yaşamından bir kesit… Etrafındakiler tekdüze hayatları, gerçekleştiremedikleri hayalleri olsa da rutinin ortasında mücadele etmekten vazgeçmezken, Anders yakaladığı fırsatlara rağmen amacını yitirdiği yaşamına bir türlü tutunamıyor. Ona yetenekleri ve sahip olduğu imkanlar hatırlatıldığında bile, “Elimde hiçbir şey yok, sıfırdan başlayamam” diyerek aciz gördüğü varlığından kurtulmak için çabalıyor. Ne ailesi ne de arkadaşları buna bir anlam verebiliyor. Yalnız değil tek başına olan Anders’in ruhu mutsuzlukla, sevgisizlikle, tatminsizlikle kıvranıyor. Toplumun bireye dayattığı düzeni sorgulayan ve seyirciyi derin varoluşsal sorgulamalara iten yönetmen Joachim Trier boş mekanlar-boş ruhlar alegorisiyle de tükenmişliğin fotoğrafını çekiyor.
THE LOBSTER (2015)
Gerçeküstü ve tekinsiz filmlerin yaratıcı yönetmeni Yorgos Lanthimos, modern toplumların birey üzerinde oluşturdukları sosyal baskıyı hicvettiği The Lobster’da distopik bir yakın geleceğin komik tasvirini yapıyor. Yalnızlığın yasak olduğu bu hayali ülkenin hayali şehrindeki kanunlara göre ilişkisi olmayan insanlar ‘tedavi’ için bir otelde alıkonulacak, 45 gün içinde birbirleriyle eşleşemezlerse kendilerinin seçtikleri bir hayvana dönüştürüleceklerdir. 100 yıl yaşayabildiği için ıstakoz olmayı tercih eden David işte o yalnızlardan biri. Kahramanımız bir kadınla "uyum" sağlayıp şehre geri mi dönecek, yoksa hayatına bir ıstakoz olarak mı devam edecek? Bu kuralcı topluma başkaldırıp ormanda yaşayan bir grup "yalnız"ın kendi yarattıkları baskıcı sisteme mahkum olmalarını da aynı soğukkanlı mizahla hicveden film, kendisinden olmayanı potansiyel tehlike olarak gören hayali toplumsal düzenlere yöneltilen sıra dışı bir eleştiri.
AŞK (HER) 2013
Birbirinden yaratıcı kısa filmleri, müzik videoları ve reklam filmleri ile ünlenen, 1999 yılında "John Malkovich Olmak" ile uzun metraja geçen ABD’li yönetmen Spike Jonze, "Her"de teknolojinin gelişimiyle birlikte gittikçe yalnızlaşan modern dünyanın gidişatını, yakın gelecekte pek olası görünen sözde distopik bir hikaye ile gözler önüne seriyor. Öyle ki sevdiklerine olan duygularını dile getirmekten bile yoksun insanların şahsi mektuplarını bile profesyonellere yazdırıp satın aldıkları bir dünya burası… Film, karısı tarafından terk edilmiş, en yakınındaki insanlara dahi yabancılaşmış mektup yazıcısı Theodore’nin bir yapay zeka programını satın almasıyla değişen hayatını konu alıyor. Sadece bir sesten ibaret olan Samantha, Theodore'u dünyevi gerçeklikten koparıyor. Aşkı, tutkuyu, güven ve mutluluğu o sanal varlıkta tadıyor. Sizce de burada ters giden bir şeyler yok mu? Bilgisayar programlarını değil zihinlerimizi güncellemenin vakti gelmedi mi?